Salonumun ortasında duran, sandalyelerinin ayakları küf bağlamaya başladığından boyaları dökülen ve yanları katlanınca duvara yaslanıp yer kaplamayan yuvarlak bir yemek masası var. Ebru Gündeş “Demir attım yalnızlığa / Bir hasret denizinde / Ve şimdi hayallerim o günlerin izinde” diye söylenirken gelen günlerin geçen günlere benzemediğini anlatıp dalıyorum, kollarım bu masanın sırtına yaslıyken yüzümü ellerimin arasına alıyorum. Arkadaşlarımın deva bulamayan dertlerini dinliyorum, bir daha gelmiyor dilimizden çekip gidenler.
Bu masa annemle babamın evlendikten sonra İstanbul’da yaşadıkları ilk evden geliyor.
Benim ve kardeşimin doğduğu askeri lojmanın dördüncü katındaki daireye taşındıkları evin mutfağında, bu masanın bir kanadı kapatılmış şekilde duvara yaslandığını hatırlıyorum. Üzerinde dantel bir örtü seriliyken annemin arkadaşlarıyla sigara içip ağzılarını açmadan kırk cümle kurduklarını ama söylemekten vazgeçtiklerini görüyorum. Belki de incinmişliklerinden değil, söyleyeceklerine inançlarını yitirdiklerinden susmayı tercih ediyorlar.
Sonra babamın tayini çıkıp kademsiz memleketimize geri dönüşümüzü ve taşındığımız evin mutfağı geniş olduğundan bu masanın iki kanadının da açılıp etrafına 4 sandalyesinin konduğunu hatırlıyorum. Uzun ve terleten yaz gecelerinde üzerinde okey oynadığımızı, annem keçi ayağı diye hamur yoğurup mayalanması için örttüğü leğeni bu masanın üzerine koyarken, ben de sandalyede oturup onu beklediğimi hatırlıyorum. O an için görmek bir defaya mahsustu, sonrasıysa hep bakmaktı benim için.
Babam emekliye ayrılınca ikramiyeyle memleketin görece yüksek bir yerinden ev aldı. Evin içine tüm mobilyaları yaptırdıkları için bu kanatlarını tutmayan masayı apartmanın altındaki yüklüğe kaldırdılar. Yıllarca orada kaldı, ayakları yel aldığından vidaları da pas tutmaya başladı.
Sonra ben büyüdüm.
İstanbul’da asker çocuklarının giriş hakkı olan bir yurtta 2 yıl kaldım ve ardından bir köşesi mezarlığa bir köşesi de tarihi bir camiye bakan, 1 oda 1 salon daireyi tuttum. Babam arabanın arka koltuğuna koyup bu masayı getirdi. İlk ev eşyamdı.
Masa, mutfak ile salonumun iç içe olduğu yerde, benim hem yemeğimi yediğim hem çalıştığım hem de sandalyesini pencerenin önüne çekip burukluk hissesiyle saatlerce gelip geçeni izlediğim bir yer oldu. Nerede düşersem düşeyim, nerede yara alırsam alayım, oradan kalkıp evime dönünce bu masanın etrafında otururken buldum kendimi.
Orada 5 yıl oturdum, ardından adresimin başına Salacak’ı ekleyen evime taşındım. Şimdi de kitaplığımın önünde duruyor bu masa. Üzerindeki örtünün bazı lekeleri çıkmıyor. Pas tutmuş yerlerinin üzerini boyamış olsam da hala çatlakları aklımda. “Artık bunu değiştireceğim, daha büyük bir masa almam lazım ama kıyamıyorum da,” diyorum dışarıdan gelmiş arkadaşlarıma.
Bir masa kaç insan alır? Üzerinde kaç kez yemek yenir? Etrafında oturanlar neler anlatır? Ekmeğin düşen kırıntılarına kuşlar gelir mi?
Hesap etmesi zor.
Şimdi bunları yazarken ve masaya dayanıp ağırlığımı vermişken, içim ne kadar boş geliyor bana.
Ne düşse, yankısı kocaman.
Kalkıp çay koyayım kendime.